İber yarımadası deyince aklımıza İslâm toprağı gelmelidir

On 20 Eylül 2019

Endülüs’te Ramazan | 18 Mayıs 2019 | TVNET | 78′ 07”

Biz ders kitaplarında Endülüs’ten haberdar olduk ancak sadece Endülüs Emevilerin’den haberdar olduk. Bütün İspanya’yı hatta Güney Batı Fransa’yı kaplayan İslâm beldesi olma özelliğini konuşmadık. Emevi bitince ne oldu? Ders kitaplarından bunları öğrenemedik.

Ama Madam Curie’nin şu sözünden sonra burada başka bir şeylerin daha olduğunu anladık:  “Biz Endülüs kütüphanelerinin yüzde onunu okuyabildik ve atomu parçaladık. Yüzde yüzünü okusaydık herhalde gezegenler arası yolculuk yapıyor olurduk”. Endülüs İspanya’nın beşte biri veya altıda biri. Halbuki İslam toprağı olan kısım çok daha büyük.

Bu program ahalimizin bir kısmını bile Endülüs hakkında araştırmaya itebildiyse bence çok büyük bir iş yapmıştır.

Biz Babür Medeniyetinden de toplum olarak bîhaberiz. Bize yalanlar söylüyorlar ve biz bu yalanları yutuyoruz. Mesela Hindistan’daki o büyük, güzel bahçeler İngiliz kolonisi olduğu zaman yapıldı diye anlatılıyor. İngiliz medeniyeti bu topluma bahçe ve cadde unsurunu gösterdi ama bölgeden ayrıldıklarında eski pis durumuna döndü diyorlar. İyi de, mesela Babürşah’ın kabri Afganistan’ın başşehri Kabil’deki sarayında, Babürşah’ın sarayında kaç kilometrekare yeşil bahçe var biliyor muyuz? Veya Lahor’da Cihangirşah’ın yaptırdığı yedi setli bahçenin bugün üç seti kalmış, o üç seti ben iki buçuk saatte gezemedim. Bu bahçeleri İngilizler mi yaptı?

Babürşah özbeöz Türk bir zat-ı şeriftir, büyük bir sanatkârdır. Askerliğinden, siyasetinden, idareciliğinden bahsedersek çok uzar, ben işin daha çok estetik tarafından bakıyorum. Hatt-ı Bâburî diye hat icat etmiş bir kaligrafi mucididir. Hanefi fıkhı üzerine kitabı var. Bâbürname dünyada eşi benzeri olmayan bir otobiyografi ve hatıra kitabıdır. Ayrıca bir Türkçe şaheseridir. 

Çocuklarımıza Moğol ismi vereceğimize, Ögeday gibi, Oktay gibi, Hülagu gibi hatta Çağatay gibi müslüman düşmanı insanların isimlerini vereceğimize belki Bâbürşah ismini veririz. İnşallah İslâm Medeniyetinin en batı ucunun göstergesi olan Gırnata’da olduğu gibi en doğu ucu olan Babür İmparatorluğunun topraklarında da böyle bir program yapılır. Semerkant’ta, Buhara’da, Taşkent’de hatta Urumçi’de niye yapılmasın? (01:50) 

Barcelona’nın, Madrid’in, Bilbao’nun, Toledo’nun müslüman olduğunu bilmiyoruz. Gırnata, Kurtuba, biraz Sevilla, Malaga şöyle böyle, İbni Arabî Efendimizle meşgul olanlar belki Mursiya’yı belki Valencia’yı biliyorlar, o kadar. Madrid’in müslüman olduğunu bilen yok. İber yarımadası deyince aklımıza İslam toprağı gelmelidir. İslâm fıkhına göre bir arazi müslümanlar tarafından fethedildikten sonra elden çıksa dahi bilâd-ı İslâmiyye olma özelliğini kaybetmez. Dolayısı ile buraları müslüman toprağıdır. (13:10)

Bu rasyonalizm çağında akla çok ehemmiyet veriliyor. Denedikleri, laboratuvara soktukları ve aldıkları neticeye göre bilgi kabul ettikleri şeye inanıyorlar. Halbuki iman denilen olgu başka bir şeydir. İman gaybadır.

Gaybın bilinmeyen olduğunu zannediyoruz. Gayb bilinmeyen demek değildir, gayb elçinin sözüne inanmaktır. Elçinin sözü gaybtır. Buradaki elçi elbette Allah’ın elçisi yani peygamberlik kurumudur.

İki kere iki dörttür dediğimde bana inanıyorsan bu imandır, yok inanmayıp hesap yapıp sonuca bakıyorsan bana inanmıyorsun, tecrübi bilgine inanıyorsun demektir. İman Hz. Ebubekir Efendimiz gibi “O mu söylüyor, O söylüyorsa doğrudur” demektir.

İman elde edilen bir hal ise bu hali bana ihsan eden Rab nerede? O verdi ben hiçim diyorsan o zaman mükafat ve mücazatı nasıl anlatacağız? Bu konular ne yazık ki gerekli tahsil yapılmadan halk arasında konuşulduğundan orasından burasından çekiştirildiğinden köseleye döndü. Bu tahsil yapılmadan bunlar konuşulmamalıdır.

İbni Arabi Efendimiz’i herkes kolay kolay anlayamaz. Alnı secdeye değmemiş, ilmihal bilgisinden mahrum, abdest aldığı suyun ahkamını bilmeden İbni Arabî okuyor. Onun için herkesin seyrettiği bir TV programında İbni Arabî’den bahsetmek uygun değildir. (22:00)

Manâ bizim anladığımız şey midir, anlamamız gereken şey midir? Çok basit, doğduk, emeklemeye başladık, derken ayaklandık yürüdük ama evin içinde elimizi bir tutan vardı. Biraz daha büyüdük, evde artık elimizde tutmalarına gerek kalmadı ama dışarı çıkınca elimizde tutuldu, yoldan karşıya öyle geçildi. Bunlar bizi korumak için yapılıyordu ama çocuğa bu zor gelir. Bu yürüyüşü biz tüm ömürde kullanacağız ve bu yürüyüşü el tutarak öğrendik. Ebediyete yürüyüşü el tutmadan mı öğreneceğiz? Sonra el tutanlara diyorlar ki siz iradenizi satıyorsunuz, ne münasebet, el tutuyoruz. El ele el Hakka. Nasıl oluyor bu? Bir nefeste… Osman Kemâlî Efendi’nin şu nutkunu okuyup izleyicilerin idrakine bırakalım:

“Bir nefestir gayb iken âlemleri âlem kılan

Bir nefestir mâutin terkîbini âdem kılan

Bir nefestir sırr-ı vahdet bir nefestir kaf-i-nun

Bir nefestir nur-u Pâkî Ahmedi akdem kılan

Bir nefestir mim-i Ahmed, vâlid-i mevlüd o mim

Bir nefestir Mustafa’yı Vâlid-i erham kılan

Bir nefestir mastar-ı Alem Muhammed Mustafa

Bir nefestir Murtaza’ya ilmini mu’lem kılan

Bir nefestir saldı Mansur’dan Enel Hak nârasın

Bir nefestir Seyyit Abdulkadir’i ebsem kılan

Bir nefestir nefsi rahmândan Kemali in-ü-an

Bir nefestir âşıkı hayretse de ebkem kılan”

Bazen susmak en büyük nutuktur. (33:10)

İhsanı sadece vermek anlamına gelir deyip bırakıyoruz. Bu yıl Ramazan teması infak üzerine, o da bir ihsan.

Aslında infak da bize Kur’an’da tarif edildiği gibi olmuyor. Çünkü “sana verdiğim rızıktan infak et” diyen Rabbimize karşılık biz, bize verilen rızkın artanından infak ediyoruz. Artanından değil kendisinden infak edilecek.

İhsan, Cebrail Aleyhisselam’ın Efendimiz Hazretlerine getirdiği lafzı Efendimiz’den zuhur eden çok önemli bir hadis-i şeriftir. İhsan, senin Cenâb-ı Hakk’ı görmüyorsan da Onun seni gördüğünü biliyor gibi yaşaman, hareket etmen demektir. Biz bunu Allah’ın Basîr ismi şerifinden dolayı biliyoruz, ama öyle yaşamıyoruz.

Kırk senesi var. Böyle bir yaz Ramazan’ında kıra gitmiştik, kameralar da yeni çıkmıştı. O zaman bir ağabeyimiz halimizi kameraya çekti. Muzaffer Efendim merhum da şeker hastası, hem yemek üstüne hem acıktığı zaman iki üç dakika başı düşerdi. Başı yine düştü, o sırada onu çekiyorlar. Biz de rahatsız etmeyelim diye yavaş konuşuyoruz. Video çekilirken hiç başını kaldırmadan “Hüseyin Bey, sen bizi kameraya çekiyorsun ama seni de bir çeken var” dedi. O kamera aslında bir keramet-i kevniyye, Cenab-ı Hakk’ın bizi gördüğünün kaydettiğinin maddi delili. İşte bunu biliyor olarak yaşamak ihsandır. Bu bize ârı, hayayı, namusu getirir.

Esas ihsan sahibi olmak önce nefsine ihsan etmek demektir. Biz nefsimize zulmeden ya da ihsan eden oluruz. Nedir nefse zulüm, bir takım aklı evvellerin zannettiği gibi Rıfaî dervişlerin şiş sokması, gül yalaması değildir. Nefse zulüm Allah’ım emirlerine riayetsizliktir. Nefse ihsan Allah’ın emrine riayettir. (40:00)

Bir büyükelçi yabancı devlet başkanına itimatnamesini verirken ben filanca millet namına bunu veriyorum, o milleti temsil ediyorum diyor. Bismillah, Allah’ın ismi ile Allah namı ile yapıyorum demektir. Allah ile akitleşmek demektir, aynı zamanda benlikten vazgeçmek demektir. Biz besmeleyi çoğaltmakla gayri ihtiyari bir nefis terbiyesi yapmış oluyoruz. (52:30)

Nefes alırken farkında olsak da olmasak da Hû diyoruz, verirken de… Hûcular diye alay edilen tasavvuf ehlinin yaptığını nefes alan her mahluk yapıyor, fakat şuurlu değiller. Mevleviler sema ederler… Evet, Mevleviler sema ettiklerini gösterirler. Kişinin vücudunun her zerresi, elektronlar atom çekirdeği etrafında sema etmiyorlar mı? Turûk-u Âliye’nin, tasavvuf ekollerinin zikir meclisleri çok ciddi semboller içeriyor. Bunları herkes anlamaz. (59:30)

Efendimiz’i tanımıyoruz. Bunu söyleyince kızıyorlar. Ama ayetle annelerimiz olan Ezvâc- Mutahhara’nın, yani annelerimizin isimlerini say deyince daha tam sayanı görmedim. Bu nasıl tanımak?

Bir resmi yemek vardı, öğle yemeği. Yemektekilerden biri öğle yemeğinde rakı içti. Allah kurtarsın der geçeriz. Sigara paydosu için dışarı çıktık, o kişi bana şöyle dedi: “Ağabey, sen geçenlerde Efendimizin zevceleri ile ilgili böyle böyle söyledin, bu yaştan sonra ezberleyecek halim yok” Cüzdanını çıkardı, Hz. Hatice validemizden itibaren isimleri yazmış ve cüzdanında saklıyor. Bu takdire şayan bir haldir, muhabbettir.

Emin olun, imanım kadar eminim, ibadet ritüellerini yerine getirdiği halde bu muhabbetten haberi olmayandan Allah indinde daha makbuldür. Muhabbet esastır, amel esas değildir. Nereden mi çıkartıyorum, Hucurat suresinde Allah, terbiyesizlik yaparsanız amellerinizi yok ederim demiyor mu? Terbiyesizliğe de küçük bir örnek veriyor, Efendimiz’in huzurunda sesinizi Onun sesi kadar yükseltmek…

Allah bizi bu muhabbetten ayırmasın. (67:20)

Cenâb-ı Hakk’ın Kelîm ism-i şerifinin tecellisi bizim “kelime” dediğimiz şeylerdir. Bunu sadece kavramları ifade eden sözcükler olarak anlamamalıyız. Esas olan kavramdır, o kavramı anlatmak için kelimeyi kullanırız. Her lisanda bu kelime farklı olabilir ama kavram değişmez.

Her lisan birbirine aynen tercüme edilemez, bu da başka bir meseledir. Bu yüzden tercüme üzerine hüküm bina edilmez.

Cenab-ı Hakkın özellikle Hz. İsa meselesinde “Sana Allah’ın bir kelimesi olarak yavru verilecek”teki “kelimeyi” burada anlatmak pek uygun değildir. Süt çocuğuna bulgur pilavı verilmez. Beden o gıdayı hazmedecek diş ve mideye sahip olmadan daha üstü verilince bu bedenin aleyhine oluyor, aynı bunun gibi manevi gıdaların da hazmedilecek hale gelmeden verilmesi o manevi varlığın hastalanmasına neden olur. (72:00)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir